En basit anlatımıyla acı bizi bedensel hasarlardan koruyan histir. Acıdan alınan dersler olmasaydı, atalarımızdan bahsedecek kadar tarih yazılmamış olurdu. Bize DNA’larını aktaran atalarımız acı sayesinde hayatta kalabildiler. Zira bunu anlayabilmek için, duyu azalımına neden olan cüzzam ve frengi hastaları, çocuklarda görülen acımasız uzuv deformasyonları bize acı hissetmenin önemini vurgular gibidir.
Eski öğretiler, hemen hemen tüm kutsal kitaplar, acıyla yaşamı neredeyse eş tutarlar. Doğum, hastalık, yaşam acı çekmekten ibarettir.
Acı, doğada yaşamda kalabilme mücadelesinin başöğretmenidir. Acı tarafından öğretilen nahoş tecrübeler anımsanır ki gelecekte karşılaşacağımız durumlarda bize örnek olabilsin. Acı kavramı zeka ile ilgilidir ve nörolojik bir donanım gerektirir.
Hatta acının ikili doğasını kavrayabilmek için oldukça iyi bir nedenimiz var. Kronik ağrı belirtilerinin tedavisi, acının hem zihinsel hem de fiziksel yönlerinin ayrı ayrı iyileştirilmesinin hedeflenmesini gerektirebilir.
Birçok durum vardır ki; ağrı dindirilir ama onu açığa çıkaran fiziksel acı iyileştirilemez. Öyle fiziksel acılar vardır ki; insanı intiharın eşiğine bile getirebilir.
Sadece farmakoloji değil artık beyin cerrahisindeki teknik yenilikler ağrının cerrahi yöntemlerle tedavi edilmesinde büyük bir devrim yaratmıştır. Şimdilerde, beyin ve omurilikte bulunan ağrı merkezleri hassas lazerlerle ya da mikro işlemci güdümlü ışın tedavisi kullanılarak yok edilebilmektedir. Gen terapisi ise bambaşka yöntemlerin kapılarını aralamaktadır.
Gerek bedensel gerek ruhsal anlamda yaşadığımız acının bize yaşattığı his hemen hemen aynıdır. Sahip olduğumuz akıl-beden ikiliğinin sadece biz insanlara yüklediği duygudur.
Acının zihin-beden boyutuna olan ilgi son zamanlarda fazlasıyla artmıştır. Fiziksel acı ile ruhsal acı arasındaki ilişkiyi hedef alan tedavi yöntemleri gittikçe daha mercek altına alınmakta. Ağrıya alternatif tıp yaklaşımları, rahatlama yöntemleri, dokunma yolu ile iyileştirme, masaj tedavisi ve akapunktur da dahil olmak üzere yeni bir sektör oluşmuştur.
Depresyon ve kaygının kronik ağrılarda oynadığı rol belirlenmiş, geleneksel terapi de bu yönteme katılmıştır.
Bazı insanlar vardır yaralansalar bile acı hissetmezler. Bilim insanları bu tür vakaların bazılarında bir mutasyonun sorumlu olduğunu saptadılar. SCN11A genindeki değişimin, sinir hücrelerinin içindeki bir sodyum kanalının aşırı işlemesine sebep olduğu anlaşıldı.
Bir anne, iki kızı ve kızlarının üç çocuğundan meydana gelen İtalyan bir ailenin bireylerinin farklı derecelerde ağrı hissi kaybı yaşamaları mercek altına alınıyor. Örneğin vücutlarında bir yer yandığında ya da kemiklerinden biri kırıldığında ağrı hissetmiyorlar. Marsili sendromu da ismini bu İtalyan aileden alıyor. Buna acı duyarsızlığı sendromu kısa adıyla CIP da deniliyor.
Öyle durumlar olur ki beynimiz yalnızca acı çekmekten fazlasını bile yaşatır bizlere. Acıyı süsler ve büyütürüz. Onun içinde debelenir, yaşamımızı ele geçirmesine izin veririz.
Çok büyük duygusal acılardan geçmiş olan kişiler, insanların acılarına ortak olma yolunda çok daha anlayışlı ve duyarlı olma eğilimi gösterirler.
Fakat bu durum tamamen aksi yönde de de gelişebilir.
Özellikle yaşadıkları acı kaldırabileceklerinden çok daha fazlaysa ya da durumları ile ilgili aşırı hassasiyet geliştirmişlerse, bu kişilerde dışarıya karşı duyarsızlaşma gözlemlenebilmekte.
Aslında daha da kötüsü, bu bahsettiğimiz durumun tam aksinin gerçekleşmesidir; yani herhangi büyük bir acıdan geçmemiş, yalnızca ufak sıkıntılar yaşayan kimselerin duyarsız olmaları durumu. Bu tür kişiler başka insanların yaşadıkları acılara karşı hiçbir duygusal tepki göstermez; empati yetenekleri gelişmemiş ve bu yüzden bir tür duygusal enkazdırlar.
Empati kurabildiğimiz için çektiğimiz acılar bizi daha insan kılmaz mı? Bu sayede doğayı, hayvanları, kısaca bizim dışımızdaki her canlıyı anlayıp saygı göstermeyi sağlamaz mı?
Kısacası acıyla baş etmeyi öğrenmek bizi daha güçlü kılmaz mı?