Hiçlik. Ne bir başlangıcı ne de bir sonu var. Var olmak ile yok olmak arasındaki o belirsiz çizgi, uzaklardan yankılanan bir fısıltı gibi. Gözlerimi kapattığımda içimde genişleyen, gözlerimi açtığımda her şeyin arkasında saklanan o dipsiz boşluk…
Varlık dediğimiz şey yalnızca hiçliğin üzerinde yükselen bir yanılsama mı? Yoksa bizler, hiçliğin içinde hareket eden gölgeler miyiz? Bizi biz yapan şeyler sahip olduklarımız mı yoksa henüz farkına varamadığımız hiçliğimiz mi?
İnsan kimliğinden ibaret midir?
İnsan hep bir şey olmaya çalışır. Doktor, savcı, sosyal medya fenomeni, birinin eşi, birinin ebeveyni, bir ailenin mensubu, bir mülkün sahibi, bir iş yerinin patronu… Kendini mesleğiyle, unvanıyla, soyadıyla tanımlar. Ruhunu, benliğini unutur, dünyevi bir kimliğe bürünür. Bunlar arasında sıkışan varlığımız hiçliğin sert duvarlarına çarpıp dağılıyor. Çünkü herkes birbirine bu özneler üzerinden yaklaşıyor, insanlar birbirlerini sahip oldukları şeyler üzerinden tanımlıyor. Ama tüm bu sıfatları çıkardığımızda geriye kalan sadece çıplak bir hiçlik değil mi? Peki ya hiç olmak gerçek bir başarı mıdır? Ya da aslında herkesin kaçtığı, yüzleşmekten korktuğu kaçınılmaz son mudur?
Varlık perdesini aralayabilmek mümkün mü?
Oysa tasavvuf hiçliği bir yok oluş olarak görmez. Aksine, hiçlik, insanın varlık perdesini aralayarak sonsuz hakikate ulaşmasının kapısıdır. ‘Hiç’ olan, tüm dünyevi kimliklerinden sıyrılmış, benliğini terk etmiş, kendi varlığının aslında bir hiçlik içinde kaybolduğunu fark etmiş olandır. İnsan her şeyden soyunduğunda, arzulardan, unvanlardan, geçmişten ve gelecekten sıyrıldığında gerçek huzura erişebilir mi? Halil Cibran’ın Ermiş kitabındaki El-Mustafa, seçilmiş insan Mustafa hiçliğin kıyılarında gezerken çektiği sancıları, ulaştığı gerçekleri ne güzel anlatmıştı. Öyleyse huzur ulaşılabilen bir şey mi diye sorgulamadan edemiyorum.
Aynaya yansıyan boşluklardan ibaretsin
Bir aynaya bakıyorum. Gözlerim derin bir boşluğa açılan kapılar gibi. İçinde kaybolduğum bu bakış bana gerçeği mi gösteriyor yoksa çoktan silinmeye başlamış bir hayalin yansımasını mı? Bir gün, ismim fısıldanmaz olacak, yüzüm hafızalardan silinecek. Tüm izlerim, hiçliğin dev dalgaları altında kaybolup gidecek. Ve ben artık olmamış olacağım. O halde neden bu telaş? Neden sonsuz olmayan bir kimlikle geldiğimiz dünyada kalıcı olmaya çalışıyoruz? Kendi hiçliğimizle yüzleşmeden, gerçekte var olabilir miyiz?
Kaybederek, kazanmak...
Belki de insanın varoluşu, hiçlikle mücadelesidir. Ama her mücadele gibi, bunun da bir galibi olmayacak. Günün sonunda taşları yıpranmış, yazısı silinmiş, toprağı kurumuş bir mezar olacağız. Bugün üzerinde yürüdüğümüz yollar, bir zamanlar başkalarının adımlarıyla aşındığı gibi bir gün bizden geriye kalan tek şey unutulmuş toprakların altında solgun bir iz olacak. Ve işte o zaman gerçekten hiç olacağız.
İçimin sessizliğinde sorular yankılanıyor. Cevaplar ise karanlığın içinde eriyip gidiyor.
Ve belki de en sonunda anlıyorum: Hiçlik, kaçtığımız değil; içimizde taşıdığımız bir sonsuzluk...